Bir gün yine çeşme başına, teyzesiyle su doldurmaya gitmiş Melike. Yusuf, bu sefer ağacın arkasından çıkıp gelmiş, Melike’ye doğru yürümüş. Birbirlerine öyle yaklaşmışlar ki, nefeslerini hissedecek kadar. Yusuf, Melike’nin gözlerinin içine bakmış, yanakları kızarmış. Melike, hiçbir şey diyememiş ama çeşme başındaki tacı alıp başına takmış.
Tam o sırada, Hüseyin’in bir arkadaşı çeşme başından geçiyormuş. Yusuf ile Melike’yi görmüş, olanları Hüseyin’e anlatmış. Hüseyin, bunu duyunca içini bir kıskançlık ateşi kaplamış. “Yusuf’tan daha güzel bir hediye vermeliyim,†demiş kendi kendine. Ama Hüseyin ne bilsin, Yusuf’un hediyelerini asıl güzel kılanın Yusuf’un kalbi olduğunu?
Hüseyin, altından bir kafes yaptırmış, içine sesi büyüleyici bir bülbül koymuş ve Melike’ye göndermiş. Melike, bülbülü serbest bırakmak istemiş ama anası babası “Ayıptır, kızım,†diyerek izin vermemişler. Gün gelmiş, Melike de altın kafesteki bülbül gibi, istemeye istemeye Hüseyin ile evlenmiş. Yusuf ise uzaktan, köyün tepesinden düğünü izlerken, dudaklarından bu türkü dökülmüş:
Bu türkü, Yusuf’un kalbinde sakladığı, papatya taçlı aşkın türküsü olmuş. O gün bugündür, bu türkü dilden dile dolaşır, gönülleri dağlar, sevenleri hüzünle hatırlatır.
|